Kanser Tarihi

“Bir bilim ancak tarihi bilinirse tanınabilir.” Auguste Comte

Kanser, yüzyıllar öncesinden günümüze insan sağlığını tehdit eden ve her geçen gün şiddetini arttıran amansız bir hastalıktır. Kanserin iyi bilinmesi, erken tanı yöntemleri, tedavideki başarıların artması kanserin insanlar üzerindeki ölümcül etkisini giderek azaltsa da yüreklerdeki korku ve endişeyi yine de azaltamamaktadır. Bu yazıda, Comte’nin dediği gibi Kanser bilimini daha yakından tanıyabilmek için geçmişe doğru kısa bir yolculuk yapacağız.

Tarih öncesi çağlarda “hastalık” ya şeytani ruhların etkisi ile gelişen bir durum veya tanrıların gazabı sonucu verilen bir ceza olarak algılanırdı. Büyücüler, şifacılar, din adamları aracılığı ile çeşitli adaklar, kurbanlar ve dualarla bu cezalardan kurtulmaya çalışılırdı.

Kanser ile ilgili ilk tanımlara Mısır papirüsleri, Babil çivi yazısı tabletler ve eski Hint yazmalarında rastlanmaktadır. Ebers Papirüsünde (M.Ö. 15. yy.), tümör tedavisinin öldürücü olabileceği belirtilmiştir. Antik döneme ait yunan tıbbi kayıtlarında ve Galen’in çalışmalarında, ne tür tümörler olduğu bilinmese de birçok kanser olgusuna rastlandığı anlatılmıştır. Ayrıca M.Ö.2698’de doğduğu belirtilen Çin imparatoru Huang-Di’nin yazdığı tıp kitabında da genel olarak tümörlerin tanımlaması yapılmakta ve tedavi yöntemleri anlatılmaktadır.

Hipokrat (M.Ö. 460-377) tarafından vücut yüzeyinde büyüyen ve genellikle ülsere olan, kırmızı, sıcak, ağrılı, diğerlerinden farklı karakterde olup daha yavaş büyüyen şişliklere “karkinos” ya da “karkinoma” denilerek ilk defa kanser tanımlaması yapılmıştır. Galen (M.S. 2.yy.) ise yengeçlerin sıkıştıkları bir yerde kendi iğnesi ile kendini sokarak öldürmesinden yola çıkarak insanın kendi hücrelerinin kendi bedenini öldüren bu hastalığa “Cancer(=kanser)” demiştir. Yunan tıbbında, “praeter naturam” olarak isimlendirilen anormal patolojik büyüme ise tümör olarak adlandırılır. Galen, tümörleri, doğaya uyan (gebelik durumunda uterusun gelişlimi), doğayı aşan (hipertrofi) ve doğaya karşı olan (malign tümörler) şeklinde üç grupta sınıflandırmıştır.

Klasik Yunan Periyodunda (MÖ 460-160), 300 yıl boyunca Hipokrates’in bedenin 4 maddeden (kan, flegm, sarı safra, kara safra) oluştuğu, hipotezi geçerli olmuştur. Bu hipoteze göre hastalık bu 4 madde arasındaki dengenin bozulması ile ortaya çıkmaktadır. Hipotez batı dünyasında tıbbı çok uzun süre etkilemiş ve Galen’in teorilerinin de esasını oluşturmuştur.

İskenderiye’de M.Ö. 330’da ilk defa insan bedeni üzerinde anatomi araştırmaları başlatılmış ve bu yolla elde edilen bilgiler cerrahinin gelişmesini sağlamıştır. İmhotep’ten beri geleneksel olarak kullanılan koterizasyon ve damar bağlama yöntemlerini geliştirmişlerdi. İskenderiye okulunun yetiştirdiği en önemli cerrah Leonides (MS 100)’dir. Bu dönemde Roma tıbbının etkisi ile geliştirilen cerrahi aletlerin çeşitliliği ve mükemmelliği dikkat çekicidir. M.S. 130’da Bergama’da doğmuş ve İskenderiye’de eğitim görmüş olan Galen’nin Hippocrates’ten etkilenerek ortaya attığı teorilerin, tüm Roma tıbbına ve 1500 yıl süre ile Avrupa tıbbına hâkim olduğunu görüyoruz.

Ortaçağ, Hippocrates ve onun izleyicisi olan Galen’in etkisinde geçmiştir. Bu dönemde tıbbi bilgiler, okuma yazma bilen kesim olan papaz ve rahiplerin eline geçmiş, özellikle St.Benedict rahipleri eski tıp kitaplarını kopyalayıp tıp eğitimi ve uygulamalarını manastırlarda yapmaya başlamışlar ve zamanla bu uygulamaları tüm Avrupa ülkelerinde yaygınlaştırmıştı.

Ortaçağ’da İspanya’da Yahudi hekim Maimonides, Razi ve İbni Sina’nın kitaplarını tercüme etmiştir. İbni Sina’nın “el kanun fi’t tıp” isimli kitabı asırlar boyunca tek referans kitabı olarak Avrupa’da geçerliliğini korumuştur. Ortaçağın sonlarında ve Rönesans döneminin başlangıcında hekimlik rahip ve papazların etkisinden kurtulmuş ve Salerno, Montpellier, Padua, Bologna, Paris, Oxford ve Cambridge’de tıp okulları açılmıştır.

Rönesans ile birlikte döneminin büyük cerrahı Ambroise Paré (1510- 1590), malign tümörleri, “meydana geldiği yerin elemanlarından oluşan etin fazla büyümesi” olarak tanımladı ve kadınlarda kanserin daha fazla olduğunu, meme kanserlerinin ise koltukaltı gangliyonları aracılığı ile yayıldığını belirtti. Kanser üzerinde ilk bilimsel, mikroskobik inceleme Marcello Malpighi (1628-1694) tarafından yapıldı. Günümüzde bilinen birçok kanser türünü ise Morgagni (1682-1771) tanımladı ve primer tümörleri sekonder tümörlerden ayırdı. 17. yy. cerrahları ile birlikte kanser, dokunulmaması gereken bir olgu olmaktan çıktı. Hematoloji deyimi ilk olarak 1743’de Thomas Schwenke tarafından kullanıldı. Kan hücrelerinin tanımlanması ise 17. yy. sonu ve 18. yüzyılda gerçekleşti. Eritrositler Anton von Leeuwenhoek (1632-1723) tarafından 1674’te, lökositler Joseph Lieutaud (1703-1780) tarafından 1749’da, lenfositler William Hewson (1739-1774) tarafından 1774’te tanımlandı.

Marie François Xavier Bichat (1771-1802), 19.yüzyılın başlangıcında genel patolojik anatominin temellerini kurarken malign tümörler için “normal örgülere benzen iğreti örgü” deyimini kullandı ve tümöral yapıda parankim ve strumayı tanımladı. 18. yüzyılda lenfatik sistemin bulunuşu, lenf sıvısının tümörlerin toplanmasından sorumlu tutulmasına neden oldu. Böylece John Hunter ile birlikte, lenf bezlerinin çıkarılması kanserin tedavisinde uygulanmaya başlandı. İlk defa tümörlerin anatomik ayrımını yapan Laönnec (1781-1826), organizmanın normal yapısına benzeyen tümörlere “homolog”, farklı olanlarına ise “heterolog” tümör adını verdi.

18.yüzyıla kadar kanserden korunmak için diyet önerilmesi güncelliğini korumakla beraber tedavide aynı zamanda ülser tedavisinde de kullanılan metalik tuzlar (bakır, kurşun, sülfür, arsenik vb.) kullanılmıştır. Bunların dışında hayvansal (kurbağa, köpek serumu, balık, kuş) ve bitkisel (menekşe yaprağı ve pekmezin) drogların da kanser tedavisinde kullanıldığı bilinmektedir.

18.yüzyılda A.Leewenhoek tarafından mikroskop keşfedildikten sonra 19.yüzyılda J.Müller, M.Schleiden ve T.Schwann insan vücudunun canlı hücrelerin kompozisyonundan oluştuğunu saptadılar. Müller kanserin de yaşayan hücrelerin bir kompozisyonu olduğunu bildirmiş ancak bu hücrelerin normal işlevlerini kaybettiklerini belirtmiştir. R.Wirchow modern mikroskobik patolojinin başlangıcını oluşturan kitabını 1858’de yayınlamıştır. C.Tiersch ve W.von Waldeyer metastazın, ana tümörden ayrılan hücreler tarafından oluşturulduğunu saptamışlardır.

19.yüzyıla kadar hastalıkların, sert organların kıvam ve elastikiyetinin bozulması (soliter patoloji) ya da vücuttaki sıvılar arasındaki dengesizlik (humoral patoloji) sonucu meydana geldiğine inanılmaktaydı. Kan hücrelerinin neoplastik bir proliferasyon sonucu kemik iliği ve diğer dokuları infiltre etmesinin lösemi oluşumuna neden olduğu düşüncesi henüz yoktu. Broussai (1771-1838) humoral patolojiye dayanarak kanserin, örgüler içerisinde albümin toplanması sonucu oluştuğunu ileri sürdü. Johannes Peter Müller (1801-1858) ise patolojik anatomi ile ilgili çalışmaları mikroskopla yapan ilk bilim adamı olarak tarihe geçti ve Bichat’ın tanımladığı parankim ve strumayı gösterdi.

19.yy. yüzyılın başlamasıyla, kanser oluşumunda önemli bilgiler kazandıran araştırmaların yanı sıra kanserin tanı ve tedavisinde de büyük adımlar atıldı. İngiltere’de 1802 tarihinde, Kanserin Doğası ve Tedavisini Araştırma Derneği (Society for Investigating the Nature and Cure of Cancer) tarafından ortaya atılan “Kanserin tanısal bulguları nedir?”, “Kanserin nedenleri nelerdir?”, “Kanser primer bir hastalık mıdır ya da diğer hastalıklardan mı gelişmektedir?”, “Kanser kalıtımsal mıdır?” gibi sorular ortaya atıldı.

Türk Tıp Tarihinde Kanser

Tarsuslu Osman Hayri Efendi’nin “Kenzüsıhhatül Ebdaniye” (1298) adlı eserinde fındık ya da küçük yumru büyüklüğünde, ağrılı, etrafı damarlı bir oluşum olarak tanımlanan “Seretan” Türk tıp tarihindeki ilk kanser tanımıdır.

İshak bin Murad’ın “Havasüledviye” (1390) adlı eserinde kanser tedavisinde günlük önerilmektedir. Şerafeddin Sabuncuoğlu “Cerrahiye-i ilhaniye” adlı eserinde (1465) seretanın çevresinin dağlanarak kitlenin kesilmesini önerir. Ancak uzun zamandır duran ve büyük olan kitlenin dağlanmaması gerektiğini belirtilmektedir. Seretanın açılıp yara olması durumunda ise kurşun ya da tutya merhemi sürülmektedir. Yine aynı eserde seretan tedavisinde kullanılan ilaç uygulamaları yer almaktadır. Beş dirhem mürdesenk (kurşun di-oksit), on dirhem mum, sekiz dirhem zencefre (civa sülfür) gülyağı ile karıştırılarak seretan üzerine sürülür. Bir başka uygulamada yirmi dörder dirhem ak mum ve çam sakızı, ikişer dirhem cavaşir otu, çadıruşağı otu, zincâr (bakır hidrokarbonat) ve mürrüsafi, üçer dirhem boru elması ve günlük, dört buçuk dirhem mürdesenk (kurşun dioksit) karıştırılarak sürülür.

Topkapı Sarayı’nda Revan odasında yer alan, tarihi ve yazarı belli olmayan bazı tıbbi eserlerde ise iltihaplı seretanda tutya, kuru seretanda ise tudri adlı siyah tohumları olan bir otun balla karıştırılarak kitle üzerine sürülmesi önerilmektedir. Türk tıp tarihinde de tıpkı Hipokrat ve Galen’de olduğu gibi hastalığın nedeni humoral patoloji teorisine göre açıklanmakta ve seretanın ya da kanserin nedeni kara safraya bağlanmaktadır.

20.yüzyılla beraber patoloji, histoloji, biyokimya, cerrahi tekniklerinin gelişmesiyle kanserin tanısı ve hastanın prognozu daha doğru bir şekilde belirlenmekte ve bu doğrultuda tedavi yaklaşımları daha spesifik olarak uygulanmaktadır. Günümüze geldiğimizde bu yaklaşımları moleküler ve genetik yöntemlerle desteklemek mümkün hale gelmiştir. Bundan sonraki dönemlerde kanser alt tiplerine ve hastalara kişisel tedavi yanıtlarına özgün uygulamaların geliştirilmesiyle kanser tedavisindeki ilerlemeler devam edecektir.

1 Comment

Leave a Comment

Please be polite. We appreciate that.
Your email address will not be published and required fields are marked